31 Ekim 2024 Perşembe

Bir dost tavsiyesi

The Substance (Cevher) - 2024

Şimdiden bir sürü yaygara koparmaya başlamışlar bile, yılın en iyi filmi diye. Baştan söylüyorum azıcık kitap okumuşluğu olan birisi için bile bu film ÇÖP! Ama biliyorum yükselen yeni nesil bu filmi çok sevecek. Tıpkı (Ghost - 1990) Hayalet'i de zamanında bizim sevdiğimiz gibi. 

Bir sürü yazılıp çizilecek, gençlik şöyle de ihtiyarlık böyle. Daha okumuş olanları persona'dan, medyanın gücünden dem vuracak. Bilim kurgu sevenlere yeterince görsel efekt de var. Ama tüm bunlar filmin çöp olduğu gerçeğini değiştirmeyecek. 




30 Ekim 2024 Çarşamba

Tehlikeli bir doğaçlama

Ana Alexandrescu

"Edebiyat tarihinde yazılmış aşk mektupları ikiye ayrılır. Birincisi, doğru dürüst duygu içeren, kanında belli miktarda zehir ve kızıl gül barındıran, ince hastalıktan yüzü uzamış, benzi kederle solmuş, lafı yer yer (sözüm ona dalgınlıkla) erotik göndermelere bağlayarak -ne hınzırdır o! - rakibin başını döndüren, parçalanmış kalbini çıkarıp sevgilinin ellerine teslim eden türde yazılmış sıkı aşk mektuplardır. İkincisi ise ağır komando eğitimi almış askeri personel tarafından yazılanlardır. Benim yazacağım ve son şansımız olduğu artık iyice su yüzüne çıkmış mektup, tahmin edilebileceği gibi birinci türe ait bir çalışma olacaktı. Daha doğrusu iki yıla yakın bir zamandır birinci türde yazılmış sayısız mektubu ikinci türün içine taşımam gerekiyordu. Bu, takdir edileceği üzere, biraz da bir Hint dizisini Lars von Trier sinemasına çevirmek gibi bir şey olacaktı. Deneysel başkaldırı. Tehlikeli bir doğaçlama."

Komutanın Aşk Mektubu
Selahattin Yusuf

Meraklısına :

Bu alıntıyı neden paylaştım? Bir şey var metnin içinde. Nasıl anlatsam; biraz hınzırlık, biraz derinlik, biraz duygusallık. Sanki bir arkadaşınızla oturuyorsunuz da birazdan sağlam bir muhabbete gireceksiniz gibi.

28 Ekim 2024 Pazartesi

İğne ucu kadar



insanlar yeni partiler kuruyorlar. merkez sağda birleşiyorlar. solu da ihmal etmiyorlar. dolar alıyorlar sabahları. akşama doğru borsa kapanmadan kağıdı elden çıkarıyorlar. yeni yasal düzenlemeler var, kredi kartını 60 taksite bölüyorlar. çok kazanana çok, az kazanana az iltimas sağlıyorlar. sürdürülebilir oluyorlar, çevre dostu diyorlar. karılarına yeni bir yüz yaptırıyorlar, çocuklar zehir gibi, maşallah okuyorlar. sonuçta o işi, o işten ayırıyorlar. not alıyorlar, esnek düşünüyorlar. zam görüşmelerini neticelendiriyorlar. ikinci altı ayı bekliyorlar. film çekiyor, film izliyorlar. kitap yazıyor, kitap okuyorlar. çokça düşünüp azca üzülüyorlar. amaaan sen de, diyorlar. akşam eve erken gidiyorlar. pazarda tezgah yeri kapıyorlar. bunalıyorlar, ilaç alıyorlar. sıkılıyorlar dua ediyorlar. şarr diye birden su koyveriyorlar. şaşırtıyorlar. bu çağda diyorlar, insan hesabını bilecek. biliyorlar hesabı, hesap makinesini, dijital ajandayı, yapay zekayı. oturup bakıyorlar hesaba, bunu kamuoyuyla paylaşıyorlar. beklentiye girmiyorlar. çocuklar da öldürülmez ki'ye inanıyorlar, kaldırımda hızlı yürüyorlar. yeni bilimsel keşifler yapıyorlar, haber sitelerine başlık atıyorlar: duyduğunuza inanamayacaksınız! öğrendiğinizde çok şaşıracaksınız! son hali görenleri üzdü! sosyal medya gerçekten çok zaman alıyor, bırakıyorlar. yeni bir günün güzelliğine ve enerjisine inanıyorlar. dostluğu başka alışverişi başka hale getiriyorlar. çaya şeker atmıyorlar. kendilerini marka düşkünü saymıyorlar. sepetleri onaylamaktan geri kalmıyorlar. pencereden bakmaya korkuyorlar. bulutları pamuk şekerine benzetiyorlar. amaaan sen de, diyorlar. tekrar tekrar geleceğe umutla bakıyorlar. diz büküyor, gerdan kırıyor, şarkıları kaydediyorlar. yatıyorlar, kalkıyorlar, atta gidiyorlar. acıkıyorlar yiyorlar, susuyorlar içiyorlar. suyu üç kere ağızlarına, üç kere burunlarına çekiyorlar.

sonrası kolay

iğne ucu kadar insanlık kalmayana dek yaşıyorlar, yaşıyorlar, yaşıyorlar

Deniz Rüyaları

 


Alfonso o gece bir rüya gördü. 

Rüyasında kırık bir sandaldaydılar. Sanki bir gemi kazasından kurtulmuşlardı ve uzun zamandır sandalın içindeydiler. Üstelik kürekleri de yoktu.
 
Uçsuz bucaksız okyanusun ortasında; bitkinliğin ve susuzluğun etkisiyle çoğu zaman bilinçlerini kaybediyorlar, sözleri anlaşılmaz sayıklamalara dönüşüyordu. 

Bu bilinç kayıplarının birinde Alfonso, rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu hatırlamadığı bir şeyler yaşadı. Sandalda neredeyse baygın haldeydi ve su istiyordu.

O, susuzluktan ölmek üzere olan  Alfonso'nun dudaklarını deniz suyuyla ıslatıyor, yudum yudum içiriyor, sonra da ölmeyecek kadar kendisi içiyordu.

Güneş, sessiz bir şahit gibi olan biteni izliyor, kara hala görünmüyordu.

Jose Benito Saute
Deniz Hikayeleri

26 Ekim 2024 Cumartesi

Ve diğer birkaç şeye dair

El Romance Del Aniceto y La Francisca - 1967

"Bu film, Aniceto ve Francisca'nın nasıl uzak düştüklerine, üzüntünün nasıl ortaya çıktığına ve diğer birkaç şeye dair aşk hikayesini anlatmaktadır."



Listeler yapmayı sevmem ama sevdiğim filmler diye bir liste yapsaydım, ilk 10 filmim arasında olurdu. 

Arjantin Sineması'nın şairi diye iki önceki postta bahsettiğim yönetmen Leonardo Favio'nun filmi. 30 yaşında çekmiş.

Aynı filmi 70 yaşında bale ve tangoyla, müzikal olarak yorumlayıp tekrar çekmiş. Bence o da çok iyi.

Meraklısına :

2008'deki müzikalin hem fragmanını hem de tamamını aşağıya bırakıyorum. Bugünlük bu kadar Arjantin Sineması yeter.

Aniceto - 2008


Ölmek çoğu insanın sahip olduğu bir alışkanlıktır

 
Invasión (İstila) - 1969

Senaryo Jorge Luis Borges. 
Söyleyeceklerim bu kadar.

Sinema bize sadece bir hikaye sunmaz

El dependiente (1969)

Sinema bize sadece bir hikaye sunmaz. O bunaltıcı ya da telaşlı günlerimizde göremeyeceğimiz, çoğunlukla dikkatimizden kaçan görüntülerin güzelliklerini de sunar. Bu görüntüler bazen bu dünyadan, bazen rüyalarımızdan ve hatta bazen de kimselere anlatamadığımız hayallerimizden gelir. O anlar yani izlediğimiz o görüntüler tıpkı çok sevdiğiniz birisinin yüzüne bakmak kadar gizemli, şiirsel ve unutulmazdır. 




Meraklısına :

Arjantin Sineması'nın şairi Leonardo Favio'nun bu filminden sonra aşağıdaki şarkısı önerilir. 
Şair, yönetmen, oyuncu, şarkıcı, besteci, ilahiyatçı, bahriyeli. Olmadığı masa yok. Multidisipliner.

Spoiler:
Filmin sonunda kadını yemeğine kattığı fare zehri ile öldürüyor. Demek ki o da öyle seviyosa.

24 Ekim 2024 Perşembe

Sonunu bilmediğimiz hikayeler

Transit - 2018


Hikayeleri seviyoruz. Garip olan sonunu bilmeidğimiz hikayeleri daha çok seviyoruz. Neden acaba? Kendimiz sonradan ona istediğimiz gibi bir son yazabildiğimiz için mi?

Filmle ilgili söyleyebileceğim üç şey:

- Petzold'un hikaye anlatma tarzı bana uyuyor
- Rogowski'nin derin psikopatlığı heyecan verici
- Paula'ya kırmızı çok yakışıyor. 




22 Ekim 2024 Salı

Biz biliriz senin ne filmler çevirdiğini

 


Yaa! Sen böyle gençliğinde yumurtanın sarısını ziyan edersen, yaşlılığında ermiş rollerine girersin tabi. Neymiş efendim de ağaçların da hafızası varmış da, kaset çalardan şarkı dinlemek bir başkaymış. Falanmış da filanmış. 

Külahıma anlat sen bunları Koji Yakusho Efendi! Biz biliriz senin ne filmler çevirdiğini. 

Meraklısına :

Yumurtanın sarısıyla akının nasıl ayrılacağı konulu, sinemanın en ikonik sahnelerinden birisine sahip olan bu film; tamamen "yemek kültürü" üzerine bir komedi. Komedi diyorum ama içinde Zen felsefesinden sanata, psikolojiden sosyolojiye her şey var. İsmi de Tampopo. 1985 yapımı. 2 saat boyunca yemek üzerinden kısa hikayeler izliyoruz. 

Benim en sevdiğim sahnelerınden birisi, annenin akşam eve gelip, aç çocuklarının beklediği sofraya sıcak bir yemek koyduğu sahne. Anneliğin kutsallığı. Yavrularını doyurmanın verdiği doyum hissi. O yüce gönüllülük. 

Şaka şaka kadın yorgunluktan öldüğünde hem ağlayıp hem yemek yemeye devam ettiler. 😜

Az lafla çok şey nasıl anlatılır izleyelim:



Bonus:

Yemek filmi olur da alışveriş yaparken her şeyi mıncıklayanlar olmaz mı? 


Daha sonra izle

 

Tolga Çebi'nin şarkısı. Belki Cyrano de Bergerac oyunu için bestelediği 'Aşk' gibi değil ama bence ondan aşağı kalır yanı yok. Sadece doğru zaman ve doğru duyguyla dinlenilmesi gerekiyor. 

İnsanlar da böyledir. Doğru zaman ve doğru ışıkla tanıştığında onları da seversin. 

Meraklısına :

21 Ekim 2024 Pazartesi

Cebimde ölmeyecek kadar Türk Şiiri

"Göğsümde dünya ağrısı bir hayli, cebimde ölmeyecek kadar Türk Şiiri"


"Yani binlerce kez karaya vursa da, bir kez bile anlaşılamamış"


"Adımızı tahtaya yazıyorlar, pek konuşmuyoruz oysa, yine de çok yakışıyoruz tahtaya"


"Yorulan iki boksörün birbirine sarılması gibi
Dünyayla aramızdaki o ölümlü mesafe"


"İnsanı anlamakla meşgulüz, üstelik görünürde hiç ipucu da yok"


"Bilmeni isterim göklerden düşüyorum, yağmur değilim, üzgünüm."


"Allah’ını seven defansa gelir, gelsin, burası bir ülkeyi sevmek için en kestirme yoldur"


""İnsan, bıçaklanmış bir akşamüstüne bile inanmak ister bazen"


Meraklısına :

"Amerikan Life dergisinin fotoğrafçısı olan Bill Ray ve muhabir Nadine Liber, 1969'da Paris'ten İstanbul'a geldi. Onların 1 aylık Türkiye turunun sonucunda ortaya çıkardığı içerik, derginin 17 Nisan 1970 tarihli sayısında yayımlandı."

Mısraları ben seçtim. Güven Adıgüzel'den.
 

20 Ekim 2024 Pazar

Chlopi

 

Chlopi (Köylüler) - 2023

"Aşk gider, tarla kalır."


Hakkında:

"Film 19. yy’ın empresyonist tablolarından esinlenilerek yapılmış. Her sanatçı buna uygun tarzda çalıştı. Benim çalıştığım ekip digital painter’lardan oluşuyordu. Elle yapılmış yağlı boya resimlerinin ara sahnelerini yine empresyonist tablolarda olduğu gibi boyadık. Yani kişisel olarak belli bir sanatçıdan esinlenmemizin bir önemi yoktu.

The Peasants, olağan dışı teknik kullanımıyla büyüleyen bir film. Yağlı boya tekniğini bu kadar zarif kullanan Loving Vincent filminden başka herhangi bir film hatırlamıyorum. The Peasants, Polonya asıllı 19 ve 20.yüzyıl sanatçılarının bir yorumu. Gazeta Krakowska ve Polskie Radio’nun haberine göre Józef Chełmoński, Ferdynand Ruszczyc ve Leon Wyczółkowsk’ın eserlerine atıfta bulunuyor. Bana göre ise Claude Monet’in izlerini de görmek pek bir mümkün.

Film, içinde dört mevsim kullanması ve geçişlerinin inceliğiyle insanı etkisi altına alıyor. Geçişlerle birlikte mevsimlerin getirdiği zorlukları, duygu durum değişiklikleri ve Polonya geleneklerini görmek ise mükemmel bir deneyim. Her mevsiminin her bir karesini, herhangi bir müzede görseniz şaşırmayacağınız türden bir film The Peasants.

Film, ilk sahnelerinden itibaren sanki içimizden, yaşadığımız topraktan çıktığına inanacağım kadar kültürümüze yakın gelmişti: dedikodu, başlık parası, aile içi medceziri ve sarı sıcak ovada bir avuç toprak sahipliği. 

Genç bir aşkı ve sevdiği bir hayatı olan Jagna, yaşlı ve varlıklı bir çiftçi olan Maciej’in hayatına girmesiyle geri dönülmez bir hayata adım atıyor. Bu durumda Jagna, Maciejle istemediği bir evlilik sonucu Maciej’in oğlu yani Antekle olan aşkından uzaklaşmak zorunda kalıyor fakat direnme ve bağımsızlığına olan aşkını radikal kararlarla ortaya koyma çabasına dönüşüyor yaşananlar. Babayla oğlunun çatışması ise düşmanınızın başına gelmesini istemeyeceğiniz türden. Bu çatışmanın çözümlenmesi filmin ilerleyişinin yükseldiği noktalarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Jagna, yanlış anlaşılmaların, kıskançlığın ve kinin kurbanı oluyor ve sebebi çok da yabancı olmadığımız kolektif bilincin Jagna’nın güzelliğine duyduğu kan alma arzusu. Film, kan alma arzusunun getirdiği linç kültürüyle climax‘ına ulaşıyor.

Kolektif bilinç kavramını sadece belirli bir toprakta yaşayan insanlarla bağdaştırmamızın doğru olmadığına inanıyorum. Sinemanın da bize gösterdiği gibi teamülüyle, başlık parasıyla, dedikodusuyla, uzak sandığımız birçok durum coğrafya fark etmeksizin benzer şekilde yaşanıyor." - arakatmag.art

Meraklısına :

Aslında Jagna, en baştan Mateusz ile evlenip olayı kapatacaktı. Böyle entrikalara, dramlara hiç gerek yoktu. İki de çocuk yaptı mı, ohh miss. Eli yüzü düzgün, efendi çocuktu Mateusz. Güzel de işi vardı. Marangoz deyip geçmemeli, o dönemde iyi para yapar. Ne oldu evlenmeyip? Ha, ne oldu? Antek denen, ne bok olduğu belli olmayan herife aşık oldu. Üstelik herif evli ve çoluğu çocuğu var. 

Tabi köylük yerde bir ana, bir kız yaşamak kolay değil. Jagna'nın anası düşünmesin de kim düşünsün?  Ahir ömründe hem kendi gün görmek için, hem kızı rahat etsin diye verdi kızı Antek'in zengin dul babasına. Kadın nerden bilsin kızını, al başına belayı şimdi! Ne yardan geçiliyor, ne serden, ne de topraktan. 

Jagna'nın gelin gittiği ev de aşiret evi gibi. Kayınoğlandı, eltiydi, görümceydi, köylülerdi derken işler iyice zıvanadan çıktı. Ne aşkmış mı demeli yoksa ne toprakmış mı bilemedim. 

Fitne fücur, dedikodu, mal kavgası, haset, kin, tavuk, horoz, inek ne ararsan var filmde. Köylü pek de milletin efendisi değil gibi geldi bana. En azından Polonya köylüsü. Neyse ben biraz daha Polonya filmleri izlersem anlarım olayı.   



Bir Köpeğim ve Bir Kedim Vardı

I Had a Dog and a Cat (1928) - Josef Čapek 

Josef Čapek (1887 – 1945)

Daha çok ressam olarak bilinen ancak aynı zamanda yazar ve şair olarak da tanınan Çek bir sanatçıydı. Kardeşi Karel Čapek tarafından edebiyata sokulan "robot" kelimesini icat etti.

Bir Köpeğim ve Bir Kedim Vardı , Çekçe yazılmış bir kitaptır. Siyah beyaz çizimlere sahip olan kitap, ilk kez 1940'ta yayınlandı. Kediler ve köpekler hakkında kısa çocuk hikayelerinin bir derlemesidir. Çek kardeşler Josef ve Karel Čapek tarafından yazıldı ve resimlendi.


Evde Hapis Kediler

 

Carl Holsøe (1863-1935)

Evlerde hapis kediler
Yalnız nedir söyledikleri
Okşarsınız
Bir kenara çekilirler.

Kıvrıldıkları köşede
Gene sizde gözleri
Yerinizden kalksanız
Peşinizden gelirler.

Sizken tek sahipleri
Kalabalık isterler
Belki hepsi sizin gibi
Yalnız kediler.

Behçet Necatigil
Kediler

Kedileri Severken Ağlayınız

La Paresse (Tembellik) - Félix Vallotton - 1896

 

Kedim ve ben
Ölüyoruz yavaş yavaş
Karşılıklı, köşemizde
Elenirken eleğinde sıkıntının saatler
Mutad olduğu üzre

Bazen o benim kucağımda
Bazen ben onun
Avutuyoruz birbirimizi
Özlerken aynı şeyleri gizlice
Nasıl tırmalardık hayatı
Bir zamanlar şehvetle

Gittikçe bozuluyor yazım benim
Bozuluyor resmi onun gittikçe
Yaptığı eskiden özenle
Döşemelerine koltukların, kanepelerin
Esin geldikçe pençeleriyle

Derim ki ben
Kedileri severken ağlayınız
Beyaz değil aslında mahzundur kediler
Bu şiiri okurken de ağlayınız
Görüldüğü gibi
Kemiriyor İsmail'i keder

İsmail Uyaroğlu
Kedileri Severken Ağlayınız

:)

My Favourite Cake

 

My Favourite Cake (En Sevdiğim Pastam) - 2024


19 Ekim 2024 Cumartesi

Kayıp


Bir uzvumu kaybetmiştim. İşin kötüsü hangisi olduğunu hatırlamıyordum. Günler geçip gidiyor ama ben, o eksik olduğu için yaşamıyordum. Yaşamak için ona ihtiyacım vardı. Ama ben ne adını hatırlıyor ne de onu bulabiliyordum. Aklımdan sürekli onu bulsam ya da en azından hangisi olduğunu hatırlasam işler daha kolay olur diye geçiyordu. 

Sonunda işin içinden böyle çıkamayacağımı fark edip, daha sistematik çalışmaya karar verdim. Masaya oturdum, büyükçe bir fincan kahve aldım ve tek tek uzuvlarımın adını yazdım. Listeye göre kontrol edip, bulduğum uzuvların üzerini çizdim. Bir sorun yoktu, liste tastamam önümdeydi. Tam ümitsizliğe kapılmıştım ki; aklıma bir anatomi atlası almak geldi. Sonuçta doktorlar bu işi daha iyi biliyorlardı. Gece aklıma gelen bu dahiyane fikrin sevinciyle neredeyse uyuyamayacaktım. Sabahın ilk ışıklarıyla uyandım ve anatomi atlası satması muhtemel bir kitapçı buldum. Doğal olarak vakit erken olduğu için henüz açılmamıştı. Neyseki biraz bekledikten sonra yaşlıca bir adam geldi ve dükkanı açtı. Birbirimizi nezaketle selamladık ve gülümsedik. Sabahın bu saatinde isteyeceğim şeyin garip kaçmaması ve heyecanımı belli etmemeye çalışarak

"Bir anatomi atlası almak istiyorum" dedim. 

Ben bunu der demez yaşlı kitapçının gözleri, beklemediği bir şey görmüş insanlarda olduğu gibi kocaman açıldı. Bir süre yüzüme baktı. Sonra o da ses tonunu benimkine benzeterek,

"Ne tür bir atlas lazımdı? Yani ne için kullanacaktınız?" dedi.

Böyle bir soruyu hiç beklemiyordum. Biraz afallasam da kendimi toplamam uzun sürmedi. 

"Merak ettim" dedim. "Daha doğrusu böyle şeyleri pek merak etmezdim ama son zamanlarda bedenimizi merak etmeye başladım. İnsan bedeni ne garip değil mi? Ne çok uzuv var içerisinde. Hem ayrıca merak da iyidir, derler. İnsanın dünyayı öğrenmesini sağlar" 

Bütün bu saçma cümleleri kurarken yaşlı adam hayretle gözlerimin içerisine bakıyor, anlamaya hatta gözlerimin içerisinde bir şeyler bulmaya çalışıyor gibiydi. Saat sabahın 6:15 ydi ve biz kitapçıyla şimdi ne kadar olduğunu hatırlamadığım uzunca bir süre gözlerimizin içine baktık. Ben durumun farkına varıp, gözlerimi kaçırınca o da boğazını temizler gibi sesler çıkararak kitaplara doğru döndü ve yürümeye başladı. Tam tıp kitaplarının olduğu bölüme gelince sanki bir şey söyleyecekmiş gibi arkasını döndü, bana baktı sonra vazgeçmiş gibi tekrar yürümeye başladı. 

O an aklımda geçen tek şey bir an önce kitabı almak ve evde rahat rahat uzuvlarımı kontrol etmekti. Sonuçta hiç bir insan eksik bir uzuvla yaşayamaz değil mi? Gerçi savaşta ya da kazada bazı uzuvlarını kaybeden insanlar görmüştüm. Bacakları, kolları, elleri gözleri olmadan da hayatlarına devam edebiliyorlardı. Hatta çocukken burnu olmayan birini bile görmüştüm. Ya da ameliyatla bazen insaların midesinin, karaciğerinin bir kısmını; ya da böbreğinin tekini alabiliyorlardı. Ama benim kaybettiğim uzuv öyle bir şey değildi. Onu, en azından adını mutlaka bulmalıydım. 

Lola

 

Lola - 1981

" -Bana okuduğun tüm şirler neden kederli?
- Şiir, kederlidir.
- Bu da ne demek? Mutlu şiir yoktur mu demek istiyorsun?
- Şiir ruhtan gelir. Ve ruh da daima kederlidir. 
- Öyle mi? Ruh mu? Peki neden kederlidir?
- Çünkü ruh beyinden daha fazlasını bilir.Bu yüzden kederlidir."

Hakkında:

"Lola filmi Fassbinder’in BRD üçlemesi adı verilen filmlerinden ikincisidir. Fassbinder’in bu filmi yapmaktaki amaçlarından biri de; Joseph von Sternberg’in Heinrich Mann’ın bir romanı olan Professor Unrat’ın uyarlamasınden yola çıkılarak yapılan Der Blaue Engel’in bir uyarlamasını yapmaktı. Fassbinder ise Lola’yı 1950′nin Batı Almanya koşullarına uyarlamıştır. Aslında bu dönem yaşanan olaylar nedeniyle ve otobiyografik etkiler açısından bakıldığında oldukça çalkantılı bir dönemdir.  Sternberg’in Der Balue Engel’i, Weimar Cumhhuriyetinin düşüşünü anlatırken -ki bu düşüş aynı zamanda National  Sosyalizmin yükselişi demekti. Fassbinder’in Lola’sı ise bu National Sosyalizm’in yıkıntılarından ortaya çıkmıştır; bu aynı zamanda Batı Almanya’nın ekonomik yükselişinin söz konusu olduğu zamana dek gelmekteydi. Bununla Birlikte Fassbinder H. Mann’ın romanını da bu ekonomik mucizenin söz konusu olduğu kontekste uyarlamıştır. Savaş sonrası Almanya’da doğan bir çocuk olarak Fassbinder Alman kimliğini filmlerinde oldukça problematik bir halde bulmuştur: O yanlış zaman ve yerde doğmanın yabancılaşmasını yaşamıştır. Bu minvalde kendini ebeveynlerinin kuşağı ile özdeşleştirememiştir; çünkü bu jenerasyon Nazi Almanya’sını ortaya çıkarmış ve onu desteklemiştir. Annesi de Hitler’in bir organizasyonu içinde yer almıştır. İlaveten Der Blaue Engel’in Profesör Rath’ı Fassbinder’in Lola’sında Von Bohm ile ikame edilmiştir. Her iki karakter de idealdir, fakat Rath’ın Schuckert gibi bir rakibi ya da düşmanı yoktur. 

Lola filmi Veronika Voss ve Maria Braun filmleri gibi sinema, tarih ve edebiyatın iç içe geçmişliğinin ve birbirlerinin içine nufuz etmelerinin bir göstergesidir. Adenauer periyodunun somut tarihsel gerçekliğini gözden kaçırmaz." - Sanatlog

Meraklısına :

Ana, Mon Amour

Ana, Mon Amour (Ana, Sevgilim) - 2017

"Keşke benimle büyüyebilseydin."

 Hakkında :

"bir aşkın bağımlı bir ilişkiye evrilip tarafları nasıl tükettiginin hatta yok ettiginin gayet vurucu anlatımı."  - ekşi sözlük

"Toma ve Ana üniversitede tanışırlar. Umutlar ve hayallerle dolu, her birinin diğerine eşit ölçüde ihtiyaç duyduğu hissiyle dolu bir aşk ilişkisi başlar. Ana'nın karmaşık bir aile geçmişi vardır ve şiddetli panik atakları geçirir. Orta sınıf Toma, sevgilisinde karşılaştığı derin umutsuzluk kuyusundan büyülendiği kadar şoke de olur. Toma, Ana'ya tam desteğini verir ve onu bir dizi doktora götürür. Aynı zamanda ikisi de ailelerinden ve arkadaşlarından soyutlanmaya başlar. Ana'nın zayıflığı Toma'yı daha güçlü yapar. Hamile kaldığında Ana, daha güçlü bir insan olarak ortaya çıktığı analitik psikanalize dayalı bir terapiye başlar. Ancak daha sonra Toma'nın dünyası altüst olmaya başlar... Călin Peter Netzer'in filmi, romantik dramayı akıl hastalığı ve bunun nasıl üstesinden gelindiği üzerine bir çalışmayla harmanlıyor. Toma'nın psikanalitik seansları etrafında yapılandırılmış karmaşık bir bulmaca gibi ortaya çıkan anlatı, bir dizi sürekli geri dönüşle geçmişe dalıyor. Rumen toplumunun bastırılmış derinlikleri ve tabularıyla sayısız bağlantıyı ortaya çıkaran karmaşık bir evlilikten sahneler." - berlinale.de

Meraklısına:


Ne Croyez Surtout Pas Que Je Hurle

 

Ne Croyez Surtout Pas Que Je Hurle (Gıkımı Çıkarmayacağım) - 2019

"Beni kim sakinleştirebilir? Kim tarafsız olmamı; ümitsizliğe, çaresizliğe karşı gelmemi; acizliğimin çığlıklarını, eylemsiz kalmamın, harekete geçmeyip uzaktan tanıklık etmemin suçluluğunu bastırmamı ve sadece pasif bir sessizliğe bürünmemi önermeye kim cüret edebilir? Filmler elbette. Çıkış kapısı, kaçış, şifa. Film bir ağrı kesici, arındırıcı, huzur verici. "

Hakkında: 

Frank Beauvais, yaşadığı bir ayrılık sonrası teselliyi Alsace bölgesindeki bir köyde yalnız başına deliler gibi (400+) film izlemekte bulur. Daha sonra, bu filmlerdeki sahneleri montajlayarak, kişisel yaşamıyla dünyada olan biteni ilişkilendirdiği bir görsel-işitsel günlük ortaya koyar.- Mubi

Meraklısına: